Yaklaşık bir ay önce gönüllüsü olduğum sivil toplum kuruluşundaki kardeşlerimizle beraber Siyer Vakfı’nın başkanı Muhammed Emin Yıldırım Hocamızı Eyüp’te bulunan vakıf merkezinde ziyaret ettik. Kendisinden birer teşkilat mensubu olarak tavsiye almak istedik. Hocamız da bu noktada bizlere çok mühim tavsiyelerde bulundu. Burada bunların tamamını paylaşma niyetinde değilim. Sadece mevzumuzla alakalı olan bir tavsiyesini sizlerle paylaşacağım.
Hocamız bizlerin sahada aldığı vazifeyi de göz önünde bulundurarak üç şeye dikkat etmemiz gerektiğini söyledi. Artık tebliğ yerine temsilin, rivayet yerine riayetin, hamaset yerine hamiyetin yer alması gerektiğini ve bizlerin bu noktada gayret göstermesi gerektiğini belirtti. Buna dayanak olarak da artık, insanların sözlere itibar etmediğini, haklı olarak karşılarında o sözleri yaşayan insanlar görmek istediğini ifade etti. Bizlerin çok söz söylemek yerine bildiklerimizle amel etmemiz gerektiğini tavsiye etti.
Zaten dinimizde ilmimizle amel etmemiz gerektiğini, amel etmediğimiz şeyleri başkalarına söylemememizi, çok şey bilip az amel etmektense az şey bilip çok amel etmeyi, hatta az da olsa devamlı olmasını tavsiye etmektedir. Amel etmediğimiz halde başkalarına tavsiyelerde bulunmayı da münafıklık alameti saymaktadır. Başkalarına tavsiyelerde bulunmayı da münafıklık alameti saymaktadır. Başkalarına tavsiyelerde bulunurken kendimizi de göz önünde bulundurmamızı, kendi eksiklik ve hatalarımız varsa önce bunları düzeltmeyi öğütlemektedir. Bizler amel etmediğimiz halde, birilerine tavsiyelerde bulunsak bile Allah, karşı tarafta o tavsiyenin tesirini halk etmeyecektir. Çünkü tavsiyelerin tesiri ihlasta saklıdır. İmam-ı Azam’a çocuklarının bal yememesi için nasihate getiren anne-babaya, İmam-ı Azam kırk gün sonra getirmelerini söylemiş ve kırk gün sonra nasihat etmiştir. Sebebi sorulduğunda “O zaman bende bal yiyordum, söylesem tesiri olmazdı” demiştir. Ki çocuk gerçekten bal yemeyi bırakmıştır. Belki bugün bazılarımıza çok basit gelen bu hikayede büyük bir irfan yatmaktadır.
Bu olaya bir de şu açıdan bakmak icap ediyor. Müslümanlık namaz, oruç, zekat, hac gibi temel ibadetlerden oluşan fakat sadece bunlardan ibaret olmayan iman ve inanç bütünüdür. Bizler kendimizi ve hayatımızı, İslam’ı günün 24 saatinde yaşayacak şekilde tanzim etmeliyiz. Müslümanlığımız ancak bu şekilde doğru bir zemine oturur. Bu doğrultuda İslam’da ibadetlerin dışında kalan kişinin fert ve cemiyetle olan ilişkileri “muamelat” adı altında bir araya getirilmiş ve kişinin nasıl hareket etmesi gerektiği belirlenmiştir. Yani bir müslümanın oturuşu kalkışı, aile ve akrabasıyla olan münasebetleri, komşuluk ilişkileri, cenazesi, düğünü, ticareti vs. kısaca gündelik hayatta nasıl davranması gerektiği ve bunları yapmaması durumunda ceza olarak nelerin tatbik edilmesi gerektiği “muamelat” şümulünde (kapsamında) ele alınmıştır.
Bu mesele sanıldığından çok daha mühimdir. Zira imandan sonra en büyük hakikatin ve dinin direğinin namaz olduğunu biliyoruz. İşte Hz. Ömer, bütün buna rağmen kişinin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayın, konuştuğunda doğru konuşuyor mu, kendisine bir şey emanet edildiği zaman emanete riayet ediyor mu, dünya ile meşgul olurken helal-haram gözetiyor mu siz ona bakın demiştir. Buradan anlaşılacağı üzere bizim sosyal hayatımıza yön vermeyen Müslümanlık, Müslümanlık olmuyor. Namaz da kılsak, oruç da tutsak, eğer insanı ilişkiler noktasında çevremize zarar veriyorsak Müslümanlığımızda sıkıntı var demektir. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Müslümanı, elinden ve dilinden diğer insanların zarar görmediği kimse olarak tanımlamıştır.
Rasülullah (sav), “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuş ve kötü ahlak sahibi insanların kıyamette başına neler geleceğini izah etmiştir. Mesela bir hadis-i şerifte “Kıyamet günü Allah katında insanlarının en kötülerinin şunlara bir yüzle, bunlara diğer bir yüzle gelen ikiyüzlüler olduğunu görürsün!” buyurmuştur. Yine Hz. Ömer’in oğlu Abdullah b. Ömer, yanına gelen kimselerden işittiği “Biz amirlerimizin yanında onların lehine konuşuyor, oradan çıktığımızda ise aksini söylüyoruz.” sözlerine “Biz bunu münafıklık olarak kabul ederdik.” şeklinde karşılık vermiştir. Münafıkların sergilediği bu tutumların Müslümanlarda görünmesi, onların iman bakımından zayıf olduklarının bir göstergesidir. Peygamber Efendimiz (sav) yalan, iftira, ikiyüzlülük, gıybet, dedikodu, arkadan çekiştirme gibi Münafıklara ait amellerden uzak durmaları noktasında ashabını sık sık uyarmıştır.
Yalan, iftira, dedikodu, gıybet, ikiyüzlülük gibi davranışlar toplumda var olan güven duygusunu sarsar ve samimiyete zarar verir. Samimiyetin ve güvenin yitirildiği bir toplumda ise sağlıklı bir insani ilişki tesis edilemez. Bununla beraber Hz. Ömer’in dediği gibi doğru konuşmayan, emanete ihanet eden ve haramlara dikkat etmeyen birinin kıldığı namaza ve tuttuğu oruca bakılmaz. Dolayısıyla Müslümanlar ibadetlerinin yanı sıra hal ve hareketlerine, iletişimlerine dikkat etmek zorundadır.
Bizlerin kendini düzeltmek ve hatalarını görmek yerine başkalarının ayıp ve kusurlarını görmeye odaklanması hem bizlerin kişisel manada ilerlemesinin önüne geçer hem de ahlaki bir davranış olmaz. Bizler insanları ayıp ve kusurları yüzünden kınayamayız da. Çünkü bizler bir hakikat ehlinin belirttiği üzere günahkara değil günaha düşman olmalıyız. Zaten bizlerin Muhammed Hocamızında da dediği gibi bugünlerde tebliğden ziyade temsile odaklanması ve ideal bir şahsiyet olarak hayatını sürdürmesi gerekiyor. Temsil etmek, yani dini yaşamak aslında en güzel tebliğ yöntemidir. Dinimizin bizden öncelikli olarak beklediği bu.
Medeniyetimiz bir gönül medeniyeti olduğu için bunun en güzel misallerini geçmişimizde bulabiliriz. Ahmet Yesevı, Mevlana, Yunus Emre gibi gönül erenleri insanların kalbine girmiş ve dinimizi en güzel şekilde temsil etmiştir. Onların kalplerinden gelen güzel kokular Anadolu’yu İslamlaştırmıştır. Bizlerde bir Müslüman olarak onların izinden gitmeliyiz. Sözlerimi Yunus Emre’nin dizeleriyle bitiriyorum:
Ben gelmedim davi için
Benim işim sevgi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmağa geldim.
-Furkan Gevrek