‘Ömür’ Denilen O Beyaz Ekranda
‘Game Over!’ Yazana Dek Özgürüz .. !
Can Kulağımız Bir Gün Gök Kubbede
Kendi Selamızı Duyana Değin …
“Nerede o eski bayramlar!” tadında nostaljik bir söyleme girmeyeceğiz, korkmayın! Zira zihinlerimizi ve ruhlarımızı iğdiş eden ‘hız’ olgusunun bayramları küçük tatil molalarına dönüştürdüğünün, giden o huzurlu ve mütevazı bayramların asla geri gelmeyeceğinin farkındayız. Ne var ki ‘giden’ bayramlar falan değil aslında! Giden ‘BİZ’iz …
Şükürler olsun ki artık bütün dostlarımız, sevdiklerimiz ve büyüklerimiz yalnızca bir beğeni mesafesinde! Gelişen zaman içinde oldukça büyük yollar aldık, edindiğimiz o muhteşem uzmanlıklarla hakikatli bir ‘bilgi toplumu’ haline geldik. Artık cv’lerimiz gittiğimiz eğitimler, aldığımız sertifikalar ve kurslar sayesinde oldukça olgun ve de dolgun! Ayrıca ne mutlu ki, bugün kimseyi ‘dinleme’ ya da ‘anlama’ gereksinimimiz olmayacak kadar da ilim sahibiyiz. Anlatacak çok şeyimiz, paylaşabilecek tonla Whatsapp bilgimiz var. Artık ‘itibar’ gibi ince işçilik, duyarlılık ve ahlak gerektiren uzun soluklu hazırlıklara da ihtiyacımız yok. Nasılsa güncele, trende göre oluşturduğumuz o rengarenk imajlar, semboller ve spot vecizeler son derece hızlı yol almamızı sağlıyor; bizi insanlarla buluşturuyor! Ve bu büyük buluşma sebebiyledir ki; bugün toplumun çok büyük bir bölümü anti-depresanlarla ayakta duruyor, Matrix’in o karanlık koridorlarında can çekişiyor …
Evet, bize bir haller oldu artık. Evde değiliz sanki! Aslı kodlarımız, görünmeyen ancak her an her yerden bizi kuşatabilen ahtapotvari gizli bir el tarafından değiştirildi. Manevra alanı bir hayli geniş olan bu küresel yazılımla hamd olsun evrenselleştik, demokratikleştik, çağ atladık ve hümanizme doğru bir adım daha yaklaştık! Ne var ki çağa ayak uydurarak küreselleşme onuruna eriyoruz derken birdenbire çölleştik ve nobranlaştık.
İletişim olanakları artıyor diyerek zafer çığlıkları atarken iletişimi kaybettik, teknolojiyi kullanıyoruz derken yüksek teknolojinin sahipleri tarafından kullanılmaya başladık ve birbirimize dokunma yetimizi büsbütün yitirdik. Artık aynı evin içinde ama farklı dijital mecralarda hayat süren ev arkadaşlarına dönüştük ve önce aileyi, sonra eğitimi, ardından da toplumsal şuurumuzu ve kimliğimizi yitirmeye başladık. Bugün ‘yapay zeka’nın ne denli ürkütücü olduğunu analiz eden entelektüel tartışmaların göbeğinde bir yapay zeka mahsulü olarak yaşam sürüyoruz. Ya da ona ‘Hayy/at’ sürmek demeyelim de, “Organizma faaliyetlerimizi idam ettiriyoruz!” diyelim.
Örneğin en az beş bin takipçisi olmayana kız vermiyorlar bugün! Onun için de tanıtım şart, “l Love PR!” idrakine ermek farz. Zamanın dili bu zira! Kıymetli düşünce insanı Yusuf Kaplan’ın ‘Hız ve Haz Çağı’ dediği güncel gerçek bu. Peki ya “Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun!” telkinini kim üfürdü ruhlarımıza? Hatırlayan var mı? Bu telkin kimin telkiniydi gerçekten? Toplum sosyolojisinin kılcal damarlarına kadar nüfuz eden bu ‘sosyal hipnoz’un yazarı ve yönetmeni kimdi? “Kendimi asla kullandırmam!” diyerek son derece güçlü bir özgüvenle kasılan biz farkındalıklı (!) insanları gözünün içine baka baka kullanan o süflı aklın üreticisi kimlerdi? Bilinçaltımıza, üstümüze her bir boyutumuza ektikleri tohumlarla bizi ‘kendi rızamızla’ yakıta dönüştüren akl-ı evveller ne menem zekalardı?
Onlar üst akıldı, onlar kahrolası emperyalistlerdi, onlar kapitalist düzenin en güçlüleri idi ve her şey ama her şey onların yüzünden oldu! Biz bütün en ödevlerimizi yapmıştık, frenlerimiz son derece sağlamdı, karşımızda nasıl bir dünya olduğunu iyi okumuş ve hazırlanmıştık ama her şeyi alt üst ettiler; tüm esaslı hazırlıklarımızı boşa düşürdüler! Bunları söylüyoruz, bu argümanları kullanıyoruz ve farkında olarak ya da olmayarak savunuyoruz. Peki ya bu söylediklerimize kendimiz inanıyor muyuz?
Gerçekten her şeyin sorumlusu küresel mühendisler mi? Yoksa küresel mühendisler tek kale maç yaptıkları için mi, sisteme bu denli hızlı yakıt olduk? Doğadan, fıtrattan, topraktan kopmamızın; insana ve hayvana yönelik şiddette kabul edilemeyecek boyutlara ulaşmamızın tek suçlusu gerçekten onlar mı? Kopmamak için direndik ve alternatif projeler geliştirdik de yenik mi düştük yani? Yoksa küresel mühendisler dijital dönüşüm sürecinin ve dördüncü sanayi devriminin kodlarını yazar ve yönetirken biz evde değil miydik? “Yoğunum! Ölümle ilgili bir planım yok!” diyen androidleşmiş bireyler biz değil miydik yoksa? Her şey ama her şey bizim dışımızda mı gelişti? Hiç olmazsa ‘sosyo-matrix’in kodları yazılırken evde olsaydık, uygulamaya konulduğunda uyanamaz mıydık acaba? Hakk ile batılı birbirinden ayırma melekemiz olan o olmazsa olmaz furkan idrakimizi beslese idik; doğru ile yanlışın birbiri ile mixerlendiği, üç dört doğru verinin arasına bir iki zehirli kodun zerk edildiği enigmatik çağı okuyamaz mıydık? Ama yoktuk biz, tüm bu kodlar yazılırken de gösterime konulurken de evde yoktuk. Yok olduğumuz için de bugün bu zemin bu denli kaygan! Ve biliyoruz ki, yarın daha da fazlası olacak.
Bugün özgün üretim kaygısı Hakkın rahmetine kavuşmuşsa ve üretilen her şey birbirine benziyorsa, yarın çok daha fazlası olacak! Plastikleşme bugün tavan yapmışsa, gelecekte çok daha fazla pirim yapacak; tüm o afili ‘inovasyon’ söylemlerine, inovatif/yenilikçi üretim ideallerine rağmen daha fazla kuşatacak. Empati kelimesine duyduğumuz muhabbet yalnızca telaffuzuna duyduğumuz sempatiden kaynaklanıyorsa, insanlarla duygudaşlık kurma yetimiz hasar görmüşse ve bizi biz kılan şefkat ve merhamet duygumuz yara almışsa; yarın o delikten içeri çok daha fazlası girecek! Çünkü biz artık evde yokuz ve dahası ölümlü olduğumuza inanmıyoruz. Bu mekanik koşu sonsuza değin böyle gidecekmiş, ebediyen kendimizi gösterme ve parlatma mesaisiyle meşgul olacakmışız gibi yaşıyoruz; ‘balığın karnındaki süreli zulmetimizi’ fark etmiyoruz. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!” hadisinin can kulağımıza üfürdükleri ile ilgilenmiyoruz, zamanımızı bu tür hakikatlere ayırmaktan imtina ediyoruz. “Şu oyun bitsin de konuşalım!” demek çok daha reel çünkü! Sanal gerçeklik, hakikatten çok daha gerçek bugün.
Peki ne vakte değin? ‘Ömür’ denilen o beyaz ekranda “GAME OVER!” yazana değin. O vakte dek özgürüz .. ! Can kulağımız bir gün gök kubbede, kendi selamızı duyana değin! Çok fazla kasmaya gerek yok yani. Özden kaynak almadığı için iş görmeyen sahte bir özgüvenle bildiğimiz yolda ilerlemeye devam! Çok eski (!) bir gelenek olan araştırma kültürüne sırt dönerken, sanat adı altında gürültü yutarken ‘yeni projeler’ den bahsetmeye devam! “Face to face dönemi bitti, tek gerçek sanal gerçeklik!” koduyla iletişimde zirveleri zorlamaya ve yalnızlaşmaya devam! “Halk bunu istiyor ama halkın haberi yok!” diyen olursa, kulaklıktaki volümü yükseltmeye devam! “Seni anlıyorum! Ama ya ben haklıyım ya da sen haksızsın!” diye diye ’empati’ye sempati duymaya devam! Nasılsa oyun devam ediyor! Bireysel cihadımızı başlatmak için daha çok erken. Dönüşüm ve kemalat için zaman var …
Ayten ÇALIŞ
İstanbul Aydın Üniversitesi
Toplumsal Araştırmalar Merkezi Müdürü